gittikçe sıkıcı ve monoton hale gelmeye başladı her şey. ruh halim, arafta kalmışlığın yegane temsilcisi sanki. aslında çok küçük hatta kimine göre boktan olan şeyler bile gülümsememe sebep olurken eski zamanlarda; bu aralar hava bulutlu ve karanlık. yağmur yağsa ve ben ıslansam altında belki düzelecek bir şeyler ama mutlu olmamak için elinden geleni ardına koymayan ben, yağmurun yağmasını bile engelliyor gibiyim sanki. ne istediğimin farkında mıyım; onu bile bilmiyorum ki. tek bildiğim şey, monotonluk çizgileriyle sınırlı, kilitli bir kapının ardında, loş ışıklı bir odada güneşin doğmasını beklediğim… ama bunun için çabalamadığım da aşikar… gittikçe elimden kayıp gidiyor, sahip olduklarım; ne yazabiliyor, ne okumak istiyorum. bukowski uğramaz oldu yanıma, portishead ise kayıplarda; ama hala derinlerden over’ın tınılarını duyabiliyorum. buna da şükretmek lazım.

işe gidip geliyorum, evdeyim şimdi… kırmızı koltuğum… kumandayı alıp sonuçsuz ve hüsranla biten arayışlara giriyorum 37 ekran gri televizyonumda. her yer bira şişesi, dikdörtgen masa, kolonya, gitarım, yıllanmış bilgisayarım, duvarda eskilerden kalma birkaç poster, iki küçük pencere, koyu perdeler ve ardında duvar… saydığım bütün bu figüranların yarattığı içinden çıkılmaz buhran hava… işte benim çöplüğüm.

şuursuzca beklemek, rutinin boktan akışına kaptırmak ve engel olamamak gidişata… aynada tıraşlı yüzüme bakıyorum her gün. her seferinde ‘çöküş’ün belirtisi olan çizgilerin bedenimi daha da ele geçirdiğini görüyorum ama bu saldırılara karşı koyacak gücü çoktan tükettim içimde. bir şeylerin kendiliğinden değişmesini; belki de düzelmesini beklemekten başka bir şey gelmiyor elimden. bekliyorum. umut güzel şey ya, nasılsa güneş benim için de doğar bir gün geyikleriyle…

( bu yazı neden yazıldığını bilmeden yazıldı; hiçbir edebi kaygı güdülmeden; tek seferde; silinip, düzeltilmeden…)

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here