Derler ki zamanın birinde Hasankeyf’te yavru bir güvercin varmış; yumurtasından çıktığı gibi Hasankeyf’in üstünde kanat çırpmaya başlayan; hem de hiç durmadan; soluklanmadan. Derken bu güvercin bir avcının okuna hedef olmuş ve ölmüş. Güvercinin bir anda yumurtasından çıkıp göğe yükselmesiyle şaşkına dönen halk, avcının okuyla az sonra gözlerini kapatacak güvercin için üzülmeye başlamış bu kez. Rivayete göre yere düşen güvercinin gözlerinden yaşlar gelmiş, sıcak bedeninden akan kan Dicle’yi kırmızıya boyamış ve nehir günlerce kızıl akmış.

Asırlar önce hain avcının okuyla karalar bağlayan Hasankeyf topraklarında son yıllarda bir kez daha ağıtlar yükseliyor gökyüzüne.

Artuklulara, Eyyübilere, Osmanlılara ve nice uygarlığa evsahipliği yapmış, 13. yüzyılda Moğol istilasıyla ağır bir yıkım geçirmiş 10.000 yıllık Hasankeyf’i günümüz medeniyeti tamamen sular altında bırakıp; tarihin tozlu sayfalarına gömecek.

İşte bu büyüleyici topraklarda başladı Güneydoğu keşfimiz. Eski adıyla Hısn-ı Keyfa, Hasankeyf’te…

Birkaç yıl öncesinden Mezopatamya’nın kalbine bir yolculuk fikri, birkaç ay öncesinden alınan uçak biletleri ve dört arkadaş çıktık nihayet yola.
Önümüzde bir hafta vardı; gezebildiğimiz kadar yer, tanıyabildiğimiz kadar insan; olabildiğince tanık olmak istiyorduk tarihe ve daha önce hiç keşfetmediğimiz Doğu’nun büyüsüne. Mottamız buydu yola çıkarken.

Yolculuğun genel hatlarını belirledik İstanbul’da. Gideceğimiz şehirde bizi karşılayacak ve bize rehberlik edecek arkadaşlar olacaktı ve bize de çantaları sırtlanıp yollara düşmek kalıyordu. Ve çıktık yola…

Yazıyı nasıl yazmam gerektiğini düşünürken şuna karar verdim. Toplamda üç şehir, dört gece, beş gün geçirdik ve günü gününe yazmamın daha iyi olacağa kanısına vardım. Hem daha anlaşılır hem de bizim gibi böyle bir maceraya çıkmak isteyenler için daha yol gösterici olması niteliğinde olduğu için.

1.gün

Bizim gezi ekibi akşam Ahmet’in evinde toplandık. Son kontroller yapıldı. Çantalarımıza gerekli malzemeleri koyduğumuzdan emin olduk. Gezi rotası hakkında kafa yorduk. Uçuş saati yaklaştıkça uyku da bastırdı ama kimse uyumadı. Derken atladık taksiye ve soluğu hava alanında aldık. Sabiha Gökçen’den 05:20 uçağıyla Batman’a uçtuk. Yaklaşık bir buçuk saatlik uçuştan sonra Batman’daydık.

Çantaları aldıktan sonra Batman’daki rehberimiz Mehmet’i beklemeye başladık hava alanında. Kısa bir süre sonra Mehmet, daha önce hiç tanışmamamıza rağmen tüm sıcakkanlılığı ve samimiyeti ile karşıladı bizi. Güzel de bir sürprizi vardı; arabadan indi ve gelirken topladığı çilekleri ikram etti bize. Sabahın yedisiydi ve hiç üşenmeden bizi almaya gelirken amcasının tarlasına gidip çilek toplamış bizim için. O an budur dedim işte Anadolu’nun insanı.

Mehmet eşyalarımızı bagaja yerleştirirken biz birbirimize bakıp gülümsedik. Bu ufak jest gerçekten etkilemişti bizi. Çileklerin tadını da asla unutmam tabi:) Gözlerimizdeki yorgunluk ve uykusuzluk yerini meraka bıraktı; bir anda canlandık diyebilirim. Tanışma faslının ardından Mehmet, Batman ile ilgili bilgiler aktarıyordu bize.

Vakit kaybetmeden yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra ilk durağımız olan Hasankeyf’e vardık. ilk iş kahvaltı edecektik. Arabayı park ettikten sonra köyün içine doğru yürümeye başladık. Etrafımızı yedi sekiz yaşlarındaki rehber çocuklar sardı. İsmail, Abdullah ve diğerleri. Bize katıldılar ve sohbet iyice koyulaştı. Kahvaltı boyunca Hasankeyf’i anlattılar bize. Şunu söylemeliyim ki her biri çok tatlı. Genelde doktor, avukat, öğretmen olmak istiyorlar. Hayalleri ve hayat karşı bir duruşları var; o çocuk bedenlerine şimdiden çok şey sığdırmışlar. Ayrı bir keyifti bu çocuklar. İçlerinden bazıları Çince, İngilizce, Kuş dili biliyordu. Kahvaltı sonrası Hasankeyf’i keşfetmeye başladık rehberlerimiz ile birlikte; ancak köyün bazı kısımları tel örgüyle çevrili olduğu için giremediğimiz bölümler oldu. Daha önce tepedeki kaya parçaları kayıp aşağıya düşmüş ve bir kişi ölmüş. Bu yüzden iç kesimlere uzaktan bakabildik.

Hasankeyf’te yaklaşık dört bin mağara olduğunu söyledi bizim rehber çocuklar.

İnsanlar bu buralarda yaşarmış ki mağaraların iki katlı hatta üç katlı olanı bile var. Önceleri bu mağaraların bazılarında kafe ve işletmeler varmış ancak şuan tamamen boşaltılmış durumda.

Geç de olsa bu toprakları sular altında kalmadan görmüş olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. İnanın bana o topraklar hala direniyor ayakta kalmak için ve hala büyüleniyor insan o coğrafyada.

Kahvaltı ve uzun bir keşiften sonra köyün pazarına gittik. Sağlı sollu hediyelik eşya tezgahları, birkaç kahvehane, lokanta ve meraklı gözlere ev sahipliği yapıyor pazarın kurulduğu o dar sokak. Baştan sona tezgahları gezdikten sonra rehber çocuklarla vedalaştık ve ikinci durağımız olan Midyat’a doğru yola çıktık.

Saate baktığımızda hepimiz şaşırmıştık. Doğu’da zaman insana cömert davranıyordu sanki. Henüz öğlen bile olmamıştı ki Midyat’da aldık soluğu.

Mehmet öncelikle İlçenin en büyük Süryani kilisesini göreceğimizi söyledi ancak kiliseye vardığımızda bakım nedeniyle giremedik içeri. Tarihi taş yapılardan oluşan mahallere doğru ilerledik bu kez. İrili ufaklı kiliseler, konaklar ve Süryani şarabını keşfettikten sonra Batman’a döndük. Şehir merkezine vardığımızda üzerimizdeki yorgunlukla geceyi geçireceğimiz yeri aradık birkaç saat. Öğretmen evi, polis evi derken nihayetinde bir otele attık kendimizi. Mehmet’le vedalaştıktan sonra yemekler yenildi, duşlar alındı. Biraz Batman turları, tıka basa yenen kebaplar ve Midyat’tan satın aldığımız şarapla bitirdik günü. Ertesi günkü durak Diyarbakır’dı.

2. gün

Otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra Diyarbakır’a doğru çıktık yola. Aşağı yukarı bir buçuk saatlik minibüs yolculuğundan sonra gezimizin merkez durağına varmıştık. Merkez diyorum çünkü D.bakır’da üç gece geçirdik. Burada bize Zafer eşlik etti. Herhalde o olmasaydı D.Bakır’ın birçok güzelliğini yaşayamayacaktık. Teşekkür kısmı yazının sonunda.

D.bakır otogardan şehrin en canlı ilçesi olan Ofis’e geldik. Burada bizi Zafer karşıladı. Tanışma faslının ardından hemen kalacak yer arayışlarımız başladı. Eşyalardan hemen kurtulup kendimizi sokaklara atmalıydık. Neyse ki Batman’daki gibi zorlanmadık kalacak yer konusunda. Öğretmen evine yerleştik. Zafer bizi D.bakır’ın en iyi ciğercisine götürecekti ki hakikaten hayatımda yediğim en iyi ciğeri yedim. Müthişti. Fotoğraflarda göreceksiniz. Sonrasında tarihi han, surlar ve çarşıyı gezdik. Şehir ikiye ayrılmış. Bir yerde eski D.bakır var; bir tarafı surlarla çevrili ve içinde tarihi camiler, hanlar ve eski yapılar. Diğer yanda bir metropol… Son derece gelişmiş bir şehir var. D.bakır büyükşehir ünvanını sonuna kadar hak etmiş. Sadece denizi eksik diyebilirim.

3.gün

Üçüncü gün araba kiralayıp D.bakır’ın en büyük ilçesi olan Ergani’ye gittik. İlçede kebap ziyafetinden sonra Hira Mağaraları’na gittik. Bu arada aralıksız her gün kebap yedik; hiç bıkmadan. Ergani’de mağaraları gördükten sonra Zafer’in arkadaşları ile meydanda keyifli çay sohbetleri oldu. Doğu’nun insanı gerçekten çok keyifli. Hava karardı ve D.bakır’a döndük tekrar. Öğretmenevinden ayrılıp kara yolları misafirhanesi’ne yerleştik.

4. gün

Dördüncü gün durak Mardin’di. O kartpostallara konu olan, nice dizi, filme ev sahipliği yapmış asırlık Mardin sokakları. Çocukluğumda hep Doğuyu görmek istedim ama en çok da Mardin’i… Mezopotamya’nın kalbiydi burası benim için. Ve oradaydım. Hayallerimin merkezinde… Tarihin sessiz tanıkları olan o soğuk sokaklardan, sarı sıcak, uçsuz bucaksız topraklara doğru bakıyordum şimdi. Ve mavi gökyüzü, birkaç kırlangıç havada. Parçasıydım bu resmin şimdi. Bir köşesinden bütününe bakıyordum dünyanın. Biraz durdurdum zamanı o an. Bir, iki, üç, ……. ve hala üçtü zaman gözlerimi açtığımda. Fenaydı kafa.

Sonra arabayla indik şehir merkezine. Yine bir kebap seansı; doldurduk mideleri ve dönüş yolu. Rota tekrar merkez; D.Bakır’dı.

5. gün

Son gecemizi de D. bakır’da geçirdikten sonra; uyandık son sabaha. O gün son günümüz olduğu için serbest gün ilan etmiştik Çarşambayı. Dört arkadaş; kimimiz hediyelik eşya almak için tarihi kalaycılar çarşısına, kimimiz Ofis’e gittik. Sonrası Diyarbakır Hava alanı ve eve dönüş.

Batman’da bizimle olan Mehmet’e ve sonraki dört gün boyunca kahrımızı çeken Zafer’e ne kadar teşekkür etsem az. Onlar olmasaydı muhtemelen birçok yeri göremeyecektik.

Beklentilerimizden fazlasıyla döndük İstanbul’a. Unutulmayacak leziz kebaplar, sanki bizi yıllarca tanırmışcasına sıcak ve samimiyetle karşılayan insanlar, hiç eskimeyen o müthiş tarihi güzellikler…

Kafanızı kaldırın ve düşün yollara biran önce. Dünya, içinde bulunduğunuz kutudan ibaret değil sadece. Son değil belki ama başlangıç olsun ‘Irmaklar arasındaki ülke’

Kalın sağlıcakla…

4 COMMENTS

  1. Corabi delik adam ne guzel anlatmissin hasankeyfi hislerini ne güzel dokmussun .cok guzel yasamissin hasankeyfi.guzel gezilerinin devamini diliorum tabi bizimle paylasman sartiyla ????

    • Cok tesekkur ederim Yusuf Bey. Umarım en kısa sürede henüz gitmediyseniz; sizlerin de orada olması dileğiyle…

  2. Hasankeyf’te üst şehire çıkıp yukarıdan Dicle’yi izlemek çok keyifliydi. Sonra Ilısu için unutturuldu Hasankeyf. Önce bahsettiğin tel örgülerle çevrildi Şap Vadisi ve tabii ki üst şehrin girişi. Ardından açıldı ve restorasyon başladı. Birkaç yıl aradan sonra yarım sezonda olsa yukarıya çıkmak çok keyifliydi gene. Fakat bu restorasyon sırasında alt bölümde kayaçlarla oynandı, makinalar sokuldu. Dayanıksız olan kayalar çöktü. Bu yüzden o yukarıdaki taşlar düştü ve bir kişi maalesef öldü. Sonra da tamamen kapandı. Şimdi ise yukarı çıkmak artık kesinlikle yasak. Fakat ne farkeder ki, aşağıdan 3 yıllık yeni Hasankeyf’in apartmanları , kamu yapıları gözüküyor. Toki apartmanında nasıl inek beslenebilir, tavuk beslenebilirse artık…

gkhn363 için bir yanıt yazın Cancel reply

Please enter your comment!
Please enter your name here